MADDI hayat gelip-geçer. Manevi hayat sürüp-gider. Hayatın hoşlukları daima kısadır. Daha önemlisi hatırlandığında, yaşanırken alınan hazzı vermez. Ama sevgi dolu bir bakış, bir tatlı tebessüm, gönül okşayıcı bir söz her hatırlandığında, yaşandığı andaki kadar haz verir. Bu da ruhun ebedi, bedenin fani olduğunun işareti sayılmalıdır. Acılar yaşanırken dayanmak çok müşküldür. Ama üzerinden zaman nehri aktı mı, acılarını alıp götürür. Bunun için zaman her acının ilacıdır sözü çok ünlü olmuştur.
Önemli olan insanın kendine, sevdiklerine, bir şekilde münasebet içinde olduğu insanlara, hiç karşılaşmadığı, ama aynı kaderi paylaştığı millet fertlerine acı yaşatmaktan kaçınmasıdır. Ama gazlama diye bir deyim var, onun yerine dolduruş da kullanılıyor. İnsanlar, rakip bellediklerine karşı, beğenmedikleri kişilere karşı kendi yapmaları halinde başlarına iş açılacağı için, başkalarını gazlar, doldurur ve o kötü davranışların sergilenmesine çanak tutarlar. Görüldüğü gibi üç deyim kullandık ama bir terim kullanmadık. Bütün bu deyimleri bir kenara bırakan Türkçe konuşanlar, Batı’dan provoke kelimesini almışlar ve sıklıkla, hatta yerliyersiz kullanıyorlar.
Kim kimi provoke ediyor ilk anda anlaşılmaz. Olaylar olur, yaşanır, mağdurlar acılarıyla kıvranırken, sonradan gelişen ilgili yaşantılara bakarak provokenin kim tarafından niçin yapıldığı, provokede kimlerin rol aldığı, görev üstlendiği açık seçik görülür ama, artık yapacak bir şey kalmamıştır.
1 Mayıs 1977 tarihinde milletçe bir acı yaşandı. Acı demek yeterli mi bilmek mümkün değil. 37 kişi hayatını kaybetti. Yüksek binaların üzerinden, makineli tüfeklerle ateş açıldığı ileri sürüldü. Sonra yıllarca bu olay hakkında konuşuldu. Ama ne olduğu kesinlikle, hukuk diliyle, yasalar çerçevesinde açıklığa kavuşturulamadığı gün gibi ortada. Ama bir konu daha var ortada ayanbeyan olan. O olay kendi şartları içinde gelişmemişti. Olay dolduruşla, gazlama ile provoke ile geliştirilmişti. En azından bugün yaygın kanaat budur. Acılar unutulmaz ama, hatırlanması, yaşandığı andaki acıyı tekrar yaşatmaz.
Televizyonda dayatma
Televizyon, Türkçesi ile ekran ya da beyaz cam, sabahtan akşama kadar insanlara gösterimler yaparak, onları eğlendiriyorlar. Amaç eğlendirmeeğitme ve öğretme olmalı iken, tam tersine dayatma olarak yapılıyor. Verilen polisiye sorgulamalar, yemek sunumları, sanatçılara dair hayat sahneleri, her kanalda aynı nitelikte. Birbirinin taklidi, kopyası, benzetmesi. Adeta insanımıza, ailemize, toplum hayatımıza neşter vurulup, irinlerin açığa akıtılması gibi. Son derece iğrenç.
Bu sunumların faydası var mı? Evet var. Şunu anlıyoruz. İnsanımız, ailemiz, milletimiz manen tükenmişlik yaşıyor. Dinin insana çok şey katmadığını anlamak da mümkün, dindar bildiklerimizin aslında dinle bir ilişkilerinin olmadığını anlamak da.
Öyle aileler ekrana geliyor ve aile içindeki mahremleri anlatıyorlar ki, insan küçük dilini yutuyor. Kılık kıyafetlerinden, ikide bir yemin etmelerinden, dini terimlerle konuşmalarından onların dindar tanındığını anlıyor izleyenler. Ama yaşananlara bakıldığında ‘din bu ise insana bir katkısı yok’ dedirtecek nitelikte. Sonra fıtrata uygun yaşanmışlığın dinin istediği yaşama tarzı olduğu hakikati bizi yanlıştan kurtarıyor ve diyoruz ki; bu insanlar geleneksel içinde dinle bağlantılı zannediliyor ama, bunlar Allah’ın istediği Müslümanlar, inananlar değil.
İnançsız insandan farksız
Dindar insanlar 25 yıldan bu yana devleti, milleti yönetiyorlar. Ama dindar insanın dindarlığı bir derece yukarıya taşınabilmiş değil. Aksine eskiden bir umut seçeneği olan din ve dindarlık bugün bir seçenek olma şansını kaybetmiş durumda.
Ahlaksız insanın sıfatı ne olursa olsun, bir değeri yok. Hayatın içinde yer alan kurumları inanan insanlar yönetiyorsa, uygulamaları manevi değeri yüksek eylemler şeklinde olmalıdır. Kısır siyasi çekişmelere düşen inançlı insanın, inançsız insandan hiçbir farkı kalmıyor.