Aynı mahalleli olmak

 

MAHALLE irfanı Türklerde, Müslümanlarda çok değerlidir. Aynı mahalleli olmak, aynı bölüğün askeri olmak gibidir. Birbirine sahip çıkar, ama yanlış yapmasına da izin vermez. Yapılmış bir yanlış varsa da izalesine çalışmak şart. Mahalle üçüncü tabakadır. İlk tabaka aile, ikinci tabaka sokak ve üçüncü tabaka mahalledir. Eskiden evler tek katlı ve tek odalı olduğu için bina birliği anlayışı yoktu. Sonradan binalar dikine dikine yükselince her bina, apartman bir birlik ve beraberlik tabakası haline geldi. Aslında gelemedi.

Apartmanlarda daire sayısı arttıkça, alttaki üsttekini, yandaki yanındakini, karşısındakini bile tanımıyor. Böyle olunca da apartman birlikteliği oluşamadı. Mahalle irfanı kasaba ve şehir ölçeğinde sürüp gidiyor. Sonra Büyükşehir, il, sonra bölge, sonra vatan, millet, konuşulan dil, inançlar manzumesi, en geniş tabakada ise insan olmak kişileri birbirine habersizce bağımlı kılıyor. Bağımsızlık marşı, bayrak, para birimi, giyim -kuşam, yaşama biçimi, tercihler benzerliği, uğraşılan meslek, sanat, edebiyat ortaklığı, felsefe yakınlığı saymakla bitmez tabakalarla insanlar birbiri ile yakın duygulara sahip oluyor.

Farklılıklarla ayrıştırma

İnsan her şeyi, her değeri istismar eder. Bu birlik ve beraberlik sebeplerini de itinayla istismar edebiliyor. Sağ-sol diyerek ayırıyor ve başka ayrılma noktalarını da özenle bulup kullanıyor. Irk farkını dayatıyor. Din farkını, mezhep farkını, dayatıyor. Yahudi-Hıristiyan-Müslüman, puta tapan diye sınıflandırıyor. Purotestan, Katolik, Ortodoks diye ayırdığı gibi Sünni- Şia diye de ayırmanın yollarını buluyor istismarcılar. Allah’a inanıp, peygamberlere inanmayanlar diye de ayırdılar insanları. Marksist Materyalist- ruhçu, ilahiyatçı diye de ayrılma noktaları buldular. Bu da yetmedi tarikat farklılığını bile kitlelerin birbiri aleyhine kullanması sağlandı. İslam dünyasında olduğu gibi Batı’da da putperest ülkelerde de her tarik bir başka tarik mensubunu kıyasıya eleştiriyor. Türkiye’de ise tarikler birbirinden boşalan yere yerleşmeyi kazanım sayıyor. Bizim mahalle-sizin mahalle ikilemi ve karşıtlığı her daim canlı tutuluyor. Bunu kim yapıyor derseniz cevabı çok açık. Sermaye mensupları. Çünki iki mahalle daha farklı taleplerde bulunacak, tek mahalle tek tip talepte bulunacak. Çok satmak için çok farklı talepler oluşturmak gerek.

Solcu-sağcı yazarlar

Solcu bir şair, son yıllarda muhafazakar hayranlarım oluştu demiş. Ama hiçbir sağ yazarın, beni seven belli bir sol okur var dediğine hiç rastlanmadı. Bu, şu demek; iki mahalle mensupları arasında fark var. Sağda, mukaddesatçı, maneviyatçı, muhafazakear mahallenin insanları daha değişken, daha yeniliğe açık, daha kimlik bunalımı içinde. Sol mahallenin insanları daha katı, daha sabit fikirli, başkalarına karşı daha geçit vermez. Meseleye başka açıdan da yorum getirmek mümkün. Tanzimat’tan, İttihat Terakki’den, Cumhuriyet’ten beri edebiyatçılar, sanatçılar, bestekearlar, heykeltıraşlar, ressamlar, yazarlar, aydınlar hep sol mahalleden veya onlara yakın duranlardan ola gelmiştir. Sağcı, maneviyatçı, mukaddesatçı, muhafazakear mahalleden gerçek aydın, yazar, sanatçı, düşünce adamı çıkmıyor, çıkamıyor. Çünki onları sınırlayan ilkeler çok, çok olduğu kadar da değerli. Vaz geçilemeyen, görmezden gelinemeyen ilkeler olunca, bu mahallenin düşünürleri, yazarları, aydınları bir nokta gelip dayandığında durmak zorunda.

Çakma yazar üretme

Maneviyat mahallesinde sayılacak kadar az düşünür, yazar, sanatçı, aydın var. Çoğu da siyasi erkin baskısıyla çakma. Tartışılmayacak isimler var elbette. Necip Fazıl, Mehmet Akif, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fuat Köprülü, Ahmet Haşim, Ahmet Muhip Dıranas. Bahattin Karakoç, Abdurrahim Karakoç. Onun dışındakilerin hemen hepsi de tartışılır. İsim üretmek için siyasi cenahın büyük çabası var. Ama yaratılmak istenen o isimlerin verdiği eserlerin nakilden başka bir değeri yok. Düşünce üretmek, sanat eseri üretmek sınırları zorlamakla mümkün olur. İslam dünyasında ilim adamları birbirini küfürle itham ederken yaşanan buydu. Sınırları zorluyorlardı.