1980 küsurlu yıllar. Üniversite bitmiş, Tercüman Gazetesi'nde üçüncü yılım. O zamanlar “savaş makinesi” olarak adlandırılan, Nikon F–3 markalı bir fotoğraf makinesi almışım. Rahmetli patronumuz Kemal Ilıcak da durumu biliyor. O sırada rahmetli Süleyman Demirel gazetemizi ziyarete geldi. Dahili telefonum çaldı. Telefonda patronumun sekreteri Nilgün’dü; “Ali hemen gel. Senin makinen yeni. Kemal Bey, Demirel ile fotoğraflarını senin çekmeni istiyor.” Makineyi aldım, makama gittim. Demirel bütün heybeti ile Kemal Bey'in karşısında oturuyor. Ben de arada bir poz alıp köşeye çekiliyordum. Muhabbetleri uzun sürdü. Kemal Bey, Demirel’e 'baba' diye hitap ediyordu. O sıralar Özal iktidarda, Demirel muhalefetteydi. Aklımda kalan en önemli şey, Kemal Bey’in üzüntülü olan Demirel’e, “Baba güzel bir eşin, Tuzla’da muhteşem bir evin, Isparta’da da iyi göz kamaştıran bir çiftliğin var. Bırak artık şu siyaseti. Git daha stressiz bir hayat yaşa” demesiydi. Demirel’in cevabı netti: Siyaset öyle bir şey ki, zehir gibidir. Bir kere kanınıza girdi mi çıkarması çok zordur.
BABADAN OĞULA SİYASET
İngiltere Başbakanı David Cameron, Brexit kampanyalarında başarısız olduğu için, yenilgiyi kabullenemedi; genç yaşına rağmen istifa etti. Siyasetten çekildi, büyük bir özveri gösterdi, takdir topladı. Biz siyasetçilerimize baktığımızda ise garip bir manzara görüyoruz. Siyaset hanedanlık gibi. Babadan oğula ölünceye kadar sinsile gibi bir şey. Demirel, Ecevit, Erbakan, Baykal… Seksenli yaşların üzerinde olmalarına rağmen hep siyasetin içindeydiler. Hiçbiri partisinde ikinci adam yetiştirmedi. Ve de işin garibi kimsenin önünü de açmadılar. Çünkü siyaset zehri hücrelerinin en ücra köşesine kadar sirayet etmişti. Aslında çok güzel yetişen bir neslimiz var. Yurt dışında okuyan, dünyayı bilen, iyi yetişmiş, iki üç yabancı dil bilen pırıl pırıl gençler var. Ama siyasetin önünü tıkayan mevcut partiler yasası göz önüne alındığında, bu gençlerin devlet yönetiminde önlerinin açılmayacağı, hiç şanslarının olmayacağı aşikar. Açılanların da ahbap işi olacağını hepimiz biliyoruz.
KOCAOĞLU NE YAPMAK İSTİYOR?
İzmir’de, Aziz Kocaoğlu’nun tekrar aday olmak için, Kılıçdaroğlu’nun kapısını çalması dikkatimi çekti. Kocaoğlu bir süre önce 'artık yorulduğunu, aday olmayacağını, başkanlık için yeter dediğini hepimiz hatırlıyoruz. Ne olmuştu da Kocaoğlu tekrar aday olmak için Kılıçdaroğlu’nun kapısını çalmıştı? Kulislerde, Kocaoğlu’nun son imza kampanyasında Muharrem İnce’yi desteklediği için zaten aday yapılmayacağı dillendiriliyordu. Bunu bildiği için aday olmadığına dair iddialar var. Ama benim söylemek istediğim şey başka. Aziz Kocaoğlu babadan belediyeci. 25–30 yıldır belediye başkanlığı yapıyor. 'Artık yeter' demesi ne kadar doğruysa, 'tekrar adayım' demesi de o kadar yanlış. Kendi ekibinin görev alamayacağı düşüncesi, Aziz başkanı bu yola itmiş. İddia böyle. Ama Aziz başkanın 71 yaşında, Yılmaz Büyükerşen’in 82 yaşında olduğunu düşünürsek bu güzide başkanların artık bir bilen olarak görev yapmaları, siyasette liyakatli gençlerin önünü açmaları gerekmez mi?
KİMSE VAZGEÇİLMEZ DEĞİL
Aynı Ankara eski belediye başkanı Melih Gökçek olayında olduğu gibi. Adam yirmi küsür senedir başkan. Koltuktan kalkacak gibi değildi. Ama birileri geldi, 'metal yorgunluğu' dedi, görevden alıverdi. İyi de yaptı. Kimse vazgeçilmez değildir. Kimse de en iyisi değildir, el elden üstündür. Siyasette senin adamın, benim adamımdan ziyade; kariyerli, iş bilen, bilgili, genç, enerjik liyakat sahibi kişilerin tercih edilmesi gerekmez mi? Tabi bu sadece CHP için geçerli değil. Tüm partilerimiz için aynı dert söz konusu. Adam bir koltuğa oturuyor. Başarı karnesi okuldan atılacak kadar kötü. Ama siyasetten ve de koltuğundan asla vazgeçmiyor. İngiltere başbakanı tek kalemde siyaseti silecek kadar erdemli. Adam 71, 81 hatta 90 yaşında yürümekte bile zorluk çekmesine rağmen hala siyasetin içinde. Burada bir yanlışlık yok mu sizce?