“Gerçek şu ki; insanlar için yapılmış olan ilk ev, âlemlere bir hidayet ve bir bereket kaynağı olan Mekke’deki evdir…” (Âl-i İmran, 3/96.)
Hz. Peygamber (SAV) Medine’ye hicret ettikten sonra on altı veya on yedi ay boyunca Kudüs’e yönelerek namazlarını kıldı. Kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesini emreden ayetler indiğinde Yahudiler buna tepki gösterdiler. Kudüs’ün peygamberlerin hicret ettiği bir yer olduğu, Mescid-i Aksa’nın Kâbe’den daha önce inşa edildiği, bu yüzden ondan daha faziletli ve daha üstün olduğu gibi iddialar ileri sürerek Müslümanlara üstünlük tasladılar. Yahudilerin bu türden iddialarını reddetmek, Beytullah’ın şeref ve faziletini beyan etmek üzere nazil olan ayetlerde şöyle buyruldu:
“Gerçek şu ki; insanlar için yapılmış olan ilk ev, alemlere bir hidayet ve bir bereket kaynağı olan Mekke’deki evdir. Orada apaçık deliller, İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur…” (Âl-i İmran, 3/96-97.)
Beytullah tevhidi ilan için kurulmuş, vahdaniyetin alemi kılınmış, Hanif dininin delillerini cem etmiş bir mekândır. Mekândan münezzeh olan Yüce Mevla “evim” diyerek orayı şereflendirmiştir.
Beytullah’ın çeşitli isimleri içinde en yaygını, “Kâbe-i Muazzama”dır. Bir görüşe göre yüceliğinden dolayı ona bu ad verilmiştir. (Maverdi, Tefsir, II, 69.)
Gerek Kuran ayetlerinden gerek sahabe ve tabiundan gelen rivayetlerden, Beytullah’ın Hz. İbrahim’den önce de var olduğu anlaşılmaktadır.
Hz. İbrahim, zaman içinde yıkılıp yeri kaybolan Kâbe’yi bulup onu yeniden inşa etmiştir. Ancak ayette asıl söz konusu edilen, Kâbe’nin Mescid-i Aksa’dan şeref ve fazilet bakımından önceliğidir.
Bununla birlikte, yapılış açısından onun Allah’a ibadet için bina edilmiş “ilk ev” olarak kabul edilmesine de bir mani bulunmamaktadır. (Razi, Tefsir)
Mescid-i Aksa, Mescid-i Haram’dan birkaç asır sonra bina edilmiştir. Yeryüzünde ibadet için bina edilmiş Mescid-i Haram’dan daha eski bir mekânın bulunmaması, onun önceliğinin ifadesidir.
Mescid-i Haram’ı, var olan semavi dinlerin ortak peygamberi, peygamberlerin atası Hz. İbrahim bina etmiştir. Bu yüzden o, semavi dinleri bir araya getirme konusunda da Mescid-i Aksa’dan daha önceliklidir.
Eskiler Kâbe’nin ehemmiyetini ifade için “Yeryüzünde Kâbe’den daha şerefli bir bina yoktur. Emredeni Malik ve Celil olan Allah, mühendisi Cibril, banisi Halil, tilmizi İsmail’dir” demişlerdir.
Nitekim Hz. Peygamber de Kâbe’nin içinde yer aldığı Mekke’nin kıymetini, “Sen, Allah’ın arzının mutlaka en hayırlısısın ve Allah’ın arzının Allah’a en sevimli olanısın.” (Tirmizi) diye ifade etmiştir.
Beytullah, Mevla’nın insanlar için kendisinde nice hayırlar var ettiği bereketli bir mekândır. Bereket kavramının gelişme ve artma manasını dikkate aldığımızda o, kendisinde yapılan ibadetlerin sevaplarının kat kat artırılarak verildiği, (Buhari) edilen duaların kabul edildiği (İbn Mace, Menasik,) bir mekândır.
Bu anlamıyla bereket sadece manevi alanda değil maddi alanda da söz konusudur. Tarıma elverişli olmayan bir vadide yer alan Mekke’de milyonlarca insan hayatını sürdürebilmektedir.
Allah Teala, lütfu ile Mekke’yi her ürünün toplandığı bir yer kılmıştır. (Kasas, 28/57.)
Bereket kavramının beka anlamını aldığımızda ise Kâbe’deki tavaf ve ibadetin devamlılığı dikkat çekmektedir.
Binlerce yıldan beri bu mübarek mekâna insanlar yönelmekte, binlerce yıldan beri bu mübarek mekân varlığını sürdürmektedir. Hacıların ve umrecilerin sürekli dağılıp tekrar kendisine döndükleri bir yerdir Kâbe! (Bakara, 2/125.)
Beytullah insanları Hakk’a ulaştıran bir hidayet kaynağıdır. Son peygamber, merkezinde Kâbe’nin yer aldığı bu beldeye gönderilmiş, vahiy burada indirilmiştir.
Müminler dünyanın dört bir tarafından, namazlarını ona yönelerek kılmakta, dünyanın dört bir tarafından farklı milletlerden insanlar hac ve umre ibadetlerini ifa için oraya akın edip Allah’a ibadet için onun yanında toplanmaktadırlar.
Beytullah, onları, Allah’ı birlemeye, şirkten arınmaya sevk etmektedir. Böylece yüzlerini Kâbe’ye çevirdikleri gibi gönüllerini de Allah’a çevirmektedirler.
Kâbe’ye olan fiziki yakınlıkları, Rablerine olan manevi yakınlıklarını artırmaya vesile olmaktadır. Teslimiyetlerini ve ilahî takdire boyun eğişlerini Kâbe’yi tavaf ile ifade etmektedirler. Çünkü yalnızca O’nun huzurunda eğilmenin, O’ndan başkasına ibadet etmemenin adıdır tavaf.
Beytullah’ın konumunu ifade eden “apaçık deliller” vardır. Bu apaçık delillerden biri, Makam-ı İbrahim’dir. Tek başına Makam-ı İbrahim, Beytullah’ın banisinin İbrahim olduğunun, Kâbe’nin kadim bir beyt olduğunun yeterli bir beyanıdır.
Makam-ı İbrahim, vahye dayanan üç büyük dinin hürmet ettiği Hz. İbrahim’den bir hâtıradır. Müfessirlerimiz, çoğul bir kelimenin apaçık delilerin niçin tekil bir kelime ile açıklandığını izah sadedinde; Makam-ı İbrahim’in birçok ayete şamil olması hasebiyle birçok ayet kuvvetinde olduğunu belirtmişlerdir. Nitekim bazı müfessirlere göre de Makam-ı İbrahim, Hz. İbrahim’in ayak izinin bulunduğu taştan ibaret olmayıp hac sırasında durulan Arafat, Müzdelife ve Mina’yı da içine alan mekânlardır.
Beytullah, Yüce Allah’ın bir lütfu olarak güvenlik nimetine nail olmuştur. Mekke’ye saldıran Ebrehe, kuşların attığı taşlarla zelil bir şekilde dönüp kaçarak helak olmuştur.
İslam öncesi dönemde Araplar şirke saplanmış olsalar da Beytullah’a hürmet ediyorlardı. Onları engelleyecek bir devlet otoritesi bulunmamakta; baskın yapmak normal bir davranış kabul edilmekteydi.
Hatta intikam duygusunun çok önemli bir gelenek olduğu bu dönemde, kişi Kâbe’de babasını katleden adamı görse bile mekâna hürmeten ona ilişemezdi.
Bu yüzden Yüce Allah, “Görmezler mi ki, çevrelerindeki insanlar durmadan yerinden koparılıp götürülürken biz (Mekke’yi) güvenli, dokunulmaz belde yapmışızdır!” (Ankebut, 29/67.) buyurarak söz konusu nimeti hatırlatmaktadır.
Cahiliye döneminde var olan bu anlayış, İslam tarafından da onaylanmıştır. Hz. Peygamber (SAV)) Mekke’yi fethettiğinde Kâbe’ye girenlerin güvende olacağını ilan etmiştir. (İbn Hişam)
Kâbe’nin güvenli bir yer oluşu, Makam-ı İbrahim’den sonra ikinci bir delildir. Delillerin çokluğuna delalet için ayette bu iki delil ile yetinilmiş, bunların dışındakiler zikredilmemiştir. Bununla birlikte, “Oraya giren emniyette olur…” ifadesi, oraya kim Allah’a yaklaşmak üzere girerse kıyamet günü Allah’ın azabından, daha önce işlediği günahlardan cezasından emin olur.” şeklinde de yorumlanmıştır. Ayrıca bu ifadenin “Oraya giren emniyette olsun…” şeklinde bir yorumu da bulunmaktadır. Nitekim hac ibadetini ifa eden kişiye günah sayılan davranışlardan uzak durması telkin edilmiştir. (Bakara, 2/197.)
Beytullah, kendisini ayrıcalıklı kılan birçok özelliğe sahiptir. Onun bu sayılan ve sayılamayan diğer özelliklerinden hissedar olmak, şeref ve faziletinden mahrum kalmamak için müminlere bir sorumluluk yüklenmiştir ki; bu, ayette şöyle ifade edilmiştir:
“Gitmeye gücü yetenin o evi ziyaret etmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” (Bakara, 2/97.)
Bu yüzden hac İslam’ın beş şartından biri olarak nitelenmiş (Buhari) sağlıklı, maddi imkâna sahip, akıllı ve ergen Müslümanlara farz kılınmıştır.
Sonuç olarak Kâbe, zaman bakımından binlerce yıl önce Allah’a ibadet için kurulmuş “ilk ev” olması, muhatap açısından tüm insanlara hitap etmesi hasebiyle, İslam’ın evrensel bir din oluşunun ifadesidir.
Hac ve umre için bu çok özel ve özellikli mekânı ziyaret eden müminler, bu ziyaretten sonra hayatlarında yeni bir sayfa açabilmelidir.
Zira onun bereketiyle anlam dünyalarını zenginleştirip, ahiret azığını artırma fırsatı bulabilirler.
Oradaki delillerin/sembollerin işaret ettiği anlamların bilincine varıp vuslatın sevincini idrak ederler. Bu ruh ve hissiyat ile hayatlarına yeni bir istikamet çizerler.
Hac ve umre için bu mübarek mekânda birleşen Müslümanlar bu birliği sosyal hayatlarına da taşıyabilmelidir. İslam dünyasının hâlihazırda yaşadığı acılar ve ıstıraplar, ancak bu sayede sona erecek; müminler “ateş çukurunun kenarından” ancak böyle kurtulabilecektir.