ÇALIŞMA hayatımda hasbelkader masanın iki ucunda da oturdum. Medya sektöründeki uzun süre muhabirlik arasına rahmetli Ufuk Güldemir’in kooperaftif anlayışıyla kurduğu Habertürk grubunda hem yönetici, hem icra kurulu üyesi, hem de küçük de olsa hissedar olarak görev yaptım. Patron yani işveren olmazsa iş zaten olmaz. Ancak işçi olmazsa iş de çıkmaz. Tencere-kapak misali. Verim almak için sadece iş kurmak yeterli olmuyor.
Eski deyimle müessese, yani kurumsal bir nitelik kazanılmadan alaturka bir yapı oluşuyor. Bir süre sonra da uyumsuzluk, dolayısıyla verimsizlik, sonra da ya iflas, ya satış, ya da devir...
Türkiye’de kurumsal yapı için bir çok örnek verebiliriz. Başında elbette Koç Topluluğu gelir. Sabancılar’dan, Limak’tan, Çeçen Grubu’ndan, Kalyon’dan, Demirören’den söz edebiliriz. Kurumsal yapıya sahip olmayan sektörler ise bazen ikinci nesil görür, bazen de görmez.
1 Mayıs nedeniyle düşündüğümüz bu akort ne yazık ki, ülkemizde tam anlamıyla bir türlü tutturulamıyor. İşverenin, işçinin ve de devletin iki yapıya da bakış açısı zaman zaman çelişkiler oluşturabiliyor.
İşveren elbette kar edip, verim almak ister. İşçi de hak ettiği ücreti. Ve birlikte de mutlu olmak başka bir servet keyfindedir.
Çokca gördüğümüz örnek çerçevesinde söyleyebilirim ki işçi işverenden, işveren de işçiden memnun değil. İki tarafın sendikaları sürekli şikayet eder durumda. Aracı kurum durumundaki devlet otoritesinde ise kanun ve yönetmeliklek sık sık değişiyor.
Doldur-boşalt tercihler
Artık şu net bir şekilde biliniyor ki diploma insanı meslek sahibi yapmaz. Örneğin medya. İnşaat mühendisi, veteriner, tıp doktoru, eczacı tahsilsiz, vasıfsız gibi bir çok insan grubunun medyada başarılı olduğunu görüyoruz.
Alaylı dediğimiz sistem yani. İçgüdüsel veya genç yaşlarda meraklı olup, medya sektörünü hedefleyen insanlar hem başarılı oluyor, hem de sektörde uzun yıllar çalışıyor.
Ne var ki üniversite sınavlarından sıfır çekmek istemeyip, tercihlerini doldur-boşalt yaparak tesadüfen bu mesleğin eğitimini alanlar hedefsiz ve sevgisiz oldukları için bir yere ulaşamıyor.
Ülkemizde inanılmaz boyutlarda kalifiye işgücü var. Örneğin mobilya sektöründe, otomotiv işlerinde... Hele Ankara’da Ostim diye bir yer var ki yalnız insan yapamıyorlar!
Ama özellikle gençler arasında da çoğunluğu oluşturan bir grup var ki ellerindeki diploma dışında hiçbir vasıfları bulunmuyor. Sadece çok para kazanıp, az yorulup, çok çabuk yükselmeyi düşünüyor. Sevgisiz, zahmetsiz başarı olur mu Allah aşkına.
İşveren bu farkı en çabuk gören taraf. Ancak yeteri kadar kalifiye eleman olmayınca iş öğretmek istiyor. Tabi öğrenmek isteyene...
Ara eleman sıkıntısı
Bu nedenle Türkiye ara eleman, yani teknik vasıflı işçi sıkıntısı çekiyor. Kimse kimseye bedava para vermez. Kalifiye ve vasıflı işçiyi ise gözü gibi korur ve hakkından eksik tutmadığı gibi çeşitli bahaneler ile beklentisinin üstünde ücretlendirir.
Yaşadığımız şu dönemde vazgeçtim vasıflı elemanı, vasıfsız işçi bile bulamıyoruz. Kazmakürek misali düz işçi 200 TL yevmiye istiyor. Yetmedi yemek, yetmedi otomobilinin gaz ücreti.
Hal böyle olunca zorunlu kalarak ödüyoruz. Ortaya çıkan verim ise uydur-kaydır! İş ahlakı çok önemli bir faktör olarak beliriyor burada. Hem işveren, hem de işçi karşılıklı birbirlerine sevgi ve saygı içinde olmaları halinde hiç bir sorun çıkmıyor.
Ancak taraflar arasındaki en küçük süistimal dengeyi bozuyor.
İçeriğini bilmiyorum ama bu kıdem tazminatı tartışması neden yapılıyor diye merak ediyorum. Taraflar rıza göstermiyor. Devlet ısrarcı. Ortada sorun yokken bir tartışma başladı. Zor mu çözmek? Bana göre değil. Bir masanın etrafında oturup 5 dakika içinde çözülür.
Vasıf öncelikli iş
Zaten istihdam sorunu varken işverenin sermayesi de her geçen gün erir durumdayken bu tip eften püften detaylar verimi de düşürüyor, gelecek korkusunu da ortaya çıkartıyor.
Yineliyorum. Türkiye’de çok başarılı işverenler olduğu kadar çok başarılı işçi sınıfı da mevcut. Ortaya çıkan verim zaten biliniyor.
Bu durumda ara eleman açığını kapatmak, teknik insan yetiştirmek, vasıflı kimlik oluşturmak öncelikli bir hedef olmalı. İşte Ostim Üniversitesi. İşte meslek liseleri. İşte sanayi odalarının oluşturduğu yatılı okullar. Bu çerçevede sadece arzu, sevgi ve iş sorumluluğu eksik kalıyor.
Bu eksikliği gidermek ise aile bireylerinin görevi. Bir genç önce ailede, sonra mahallede, sonra da okulda şekillenir.
Kimse kimseye ne bedava para verir, ne de torpille istihdam olanağı sağlar. Hiçbir şey eskisi gibi değil. İşçinin nefes alıp verişi, iş ortamındaki tüketimi bir de patronaj grubuna masraf.