Hazret-i Mevlana, Sevgililer Sevgilisi,
Hz. Muhammed'in(s.a.v.) gittiği diyarı,
o ebedler ülkesini öyle özlerdi ki, O'na kavuşmak için can atardı.
Çünkü O'na göre ölüm;
''sevgiliyle buluşma, sevgiliye kavuşmadır.''
Ruhun beden elbisesinden soyunması,
rahata, huzura, özgürlüğe ermesidir.
''Aşıkla maşuk arasında ancak zar gibi incecik bir gömlek kaldı.
Bunu da çıkarıp Hak vuslatına kavuşmamı istemez misiniz...
Nurun nura kavuşması istenmez mi...''
Hazret-i Mevlana bu sözleri, son günlerinde ziyaretine gelen ünlü bilgin Sadreddin Konevi'ye söylemişti.
Kişi sevdiğine canını feda etmez mi..
Hatta bir can değil, bin canı da olsa vermede tereddüt eder mi..
Çünkü bu ''feda'' işlemi ''failsiz bir in'idam değil'', yani; kendi kendine bir yok oluş değil,
rastgele bir bitiş değil, bir tesadüf işi hiç değil.
Canı veren, tekrar alıyorsa, ne gam!
Bu alemde heder olmaması için yanına alıyor.''
Ne güzel söyler Mevlana;
''Canı sen aldıktan sonra ölüm şeker gibi tatlıdır. Seninle olduktan sonra, ölüm tatlı candan daha tatlıdır.''
Ondandır ki, bu işle görevli olan melek Mevlana'nın gözünde bir ''can'' dostudur, güvenli bir ''el''dir,
bir müjdeci ve bir habercidir.
Azrail'i çağırırken der ki;
''Yakına gel, yakına gel!
Ey benim canım!
Ey benim sultanımın habercisi!
Emredileni yap!
Allah isterse, ''Sen bizi sabredenlerden bulacaksın.''
Said Nursi de aynı gerçeği farklı bir üslupla dile getirir;
''Herkesi titreten ve dehşet veren ''Azrail'' namını zikrettiğim vakit gayet tatlı ve tesellidar ve sevimli bir halet hissettim.
Elhamdülillah dedim, Azrail'i cidden sevmeye başladım.''
Bu bir ayrılık, bir gayrılık değil.
Bir kayboluş, bir yok oluş, bir bitiş ve bir tükeniş hiç değildir.
Bu sonsuzlukta var oluştur, taze bir başlangıçtır ve ebedi olarak kalıştır. Sonsuz bir hayata ermek için bu ''son'lu'' hayattan vazgeçmek gerektir.
Gerçek anlamda kalıcı olan beden değil, ruhtur. Çünkü beden yıpranır, ruh sürekli taze ve yeni kalır. Beden yaşlanır, ruh hep genç ve dinç olarak durur.
Ruh, hayat boyu bedeni taşır, gün gelir, taşıyamaz olur, olduğu yerde bırakır ve sonsuza uçar.
Çünkü beden artık ruha arkadaş olma özelliğini kaybetmiş, görevini yapmış, ''kenara'' çekilmiştir. Zaten bu ruh bu bedende hapisti, esirdi, tutukluydu.
Mevlana'nın anlatımıyla;
''Dünya zindanında ve tabiatın kuyusunda hapis kalıp, beden sandığının esiri olan ruh, birden bire Allah'ın lütfu ile kurtulup kendi aslına ulaşır.''
''Bu alem, sizin canlarınızın hapishanesidir;
uyanın o tarafa gidin.
Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir.''
Onun aleminde ölüm bir batış değil, bir doğuştur,
bir tazelenmektir.
Tohumu toprağa niçin atarız...
Çürüsün, yok olsun, kaybolsun diye değil.
Çiçek olarak boy atsın diye toprağın bağrına düşer.
İnsan da böyle işte…
Hazret-ı Mevlana'nın gözünde olayın şekli-şemaili şöyle;
''Mezar cennet kapısının perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret.
Güneşle Aya, batmakdan ne ziyan gelir!''
''Sana batma görünür, ama o aslında doğmaya hazırlıktır, yeniden doğmaktır.
Mezar ise, hapishane gibi görünür, ama aslında canın hapisten kurtuluşudur.''
''Yere hangi tohum atıldı da bitmedi..
Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek zannına düşüyorsun.''
Hangi kova kuyuya salındı da dolu olarak çıkmadı... Can Yusuf'u kuyuya düşünce niçin ağlarsın''
Artık düğün gecesi yaklaşmış, vade dolmuş,
sefer başlamıştır.
***
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı ölürmüydü peygamber...
Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun !
Ölümüde öldüren Rabbe secdeler olsun!
***
Kapı kapı, yolun son kapısı ölümse;
Her kapıda ağlayıp o kapıda gülümse!
O demdeki,perdeler kalkar,perdeler iner,
Azraile hoşgeldin,diyebilmekte hüner...
N.Fazıl....