NİJERYA’da doğdu ama; sadece doğdu... Futbol topuyla merhabalaşması, Ada’da oldu... Altyapısından yetiştiği Cyrstal Palace... 3 milyon Euro’ya Wigan Athletic... 11,5 milyon Euro’ya Chelsea... Kiralık olarak Liverpool... Yine kiralık olarak Stoke City... Bir kiralık daha, West Ham United... Geçtiğimiz hafta içinde de Fenerbahçe... 1990 Kaduna doğumlu Victor Moses 2007 yılından bu yana tam 12 yıldır top tekmeliyor... Öyle ucuza da tekmelemiyor hani... Chelsea ile yıldızı bir türlü barışmasa da yolları “kökten” kopmuyor bir türlü... 12 yılda, 6 takımın formasını giyen o Moses, ilk kez Ümraniye karşısında izlediği Fenerbahçe’yi görünce; Moses olduğuna da, futbolcu olduğuna da, Fenerbahçe’ye geldiğine de bin pişman olmadıysa ne olayım!.. Seyircisiz maçın tribünlerinde 90 dakikayı “umutsuz gözler”le izledi Moses... “Korku dolu bakışlar”la... “Eyvah!.. Ben nereye düştüm” nazarlarıyla izledi valla... İnsan, yeni geldiği takımıyla, yeni geldiği ülkeyle, o ülkenin değerleriyle, renkleriyle, dokusuyla ilgili heyecan duyar değil mi?.. Mutlaka sorup soruşturduğu Fenerbahçe’nin dün gece “nereye saklandığını” sorduğundan da hiç kuşkum yok... Yanı başındaki tercümanların, Moses’a Türkiye’yi Fenerbahçe’yi övmekle yükümlü görevlilerin neler söylediğini dinlemedi bile inanın... Çünkü sahada tam bir korku filmi izledi Moses... Adını bildiği hiçbir futbolcu, sahada yoktu çünkü... Benzia, o Benzia’ya hiç benzemia idi mesela!.. Neustadter’e top geldiğinde Moses gözlerini ovdu örneğin. Napıyor bu adam diye... Frey’in erkenden oyundan alınmasına sevindiği kadar Dirar’ın neden oyuna girdiğini de anlayamadığına kalıbımı basarım... Valbuena’ya baktı, ama Valbuena ne topa ne rakibe, ne sahaya bakıyordu... Moses onu da anlamadı inanın... Ümraniya ikinci yarıda akın akın geliyor, kaleci Volkan bir sağa vuruyordu kendini bir sola... İlk duasını o dakikalarda yaptı Moses... Öyle ya, bu takıma ya bir de kaleci olarak gelmiş olsaydı... Beterin beteri de vardı... Şükretti... İkinci yarının ortasına geldi maç, Slimani’yi fark etti Moses... “Aaaaa!” dedi; öyle kaldı!.. Büyük ihtimalle sahadaki Slimani’yi gerçek Slimani’nin amcasının oğlu sandı... Ardından Skirtel’in sahne alışını izledi... Rakibe attığı kasti dirsekle gördüğü kırmızı kartı ve takımını ligde de eksik bırakışını izledi... Ve Skrtel’in “sorumluluk duygusu” karşısında ağzı bir karış açık kaldı ki, yanındakiler hatırlattı da ağzını kapattı... Maç bittiğinde Fenerbahçe elenmişti... Hem de Spor Toto 1. Ligi’nden bir rakibe iki maçta da yenilerek elenmişti... Yeni sezon için her şey yolunda gitse bile Avrupa Kupaları için tutunduğu son dal da kırılmış, elinde kalmıştı... Saha kenarına ilişti gözü... Ersun Yanal’a... “Bu adam napıyor?” diye sordu tercümanlara... Bir ses geldi arka taraftan... “Düşünüyor!..” Aynı ses devam etti Moses’in kulağına... “Onu, Fenerbahçe’ye DÜŞÜNEN ADAM HEYKELİ OLARAK ALDILAR...” Hani diyorum... Fenerbahçe yöneticileri Moses’i bir kontrol etseler... Odasına gidip, kapıyı bir tıklatsalar... Hala orada mı diye... Adam bu tabloyu görüp de kaçmadıysa bir daha kaçmaz zaten!

SÖZÜN ÖZÜ!..

Hayattaki en büyük zafer, hiç düşmemek değil, her düştüğünde ayağa kalkmaktır...

(Nelson MANDELA)

“3 büyükler” yorumcuları!..

TADININ olmadığına bir noktada katılıyorum... Türk futbolunda 3 büyüklerin “etkisiz” kalabildiği bir zirve yarışının en azından reyting ve tiraj açısından can sıkıcı olduğu ortada... Oysa, bu sezon için yaşanan tablonun şaşılacak bir yanı yok... Çünkü daha sezon başladığı gün, bu sütunlarda yazmış ve demiştim ki “Bu sezon şampiyon, 3 büyükler arasından çıkmayacak...” Ve hatta eklemiştim de... “Başakşehir şampiyon olacak ve Katarlılar’a satılacak...” Yani, görünen köyün kılavuz istemediği bir sezondayız... Başakşehir’i şampiyonluğun en güçlü adayı olarak görmemin nedeni, Katarlılar’a satılacak olması değildi... Yani, satılacağı için “şampiyon yapılacak” imasında bulunmamıştım... Başakşehir, zirvenin bu sezon için hak eden en güçlü adayıydı... Yönetim olarak, kadro olarak, teknik heyet olarak... Ama haftalar ilerleyip, tablo şekillenmeye başladıkça, işte o reyting ve tiraj derdine düşenler, ortaya da “komplo teorileriyle” gelmeye başladılar... Devre arasında hatırlayın... Televizyonlardaki özellikle Fenerbahçe yorumcuları, öyle pembe bir tablo çiziyorlardı ki, bir tek “Fenerbahçe şampiyon olur” demedikleri kalıyordu... Yağ damlıyordu ekrandan... Şimdilerdeyse, Başakşehir hatta Kasımpaşa’nın nasıl olup da tökezleyeceği, ya da tökezletilebileceği, Trabzonspor’un zirve inadının nasıl kırılabileceğini anlatıyor aynı zihniyet... Hakemlerce nasıl korunup kollandıklarına uzanıyor diller... Ayıptır yahu... Fenerbahçe sürünüyor... Galatasaray gırtlağa kadar borçta kıpırdayamıyor... Beşiktaş’ı ise terk eden terk edene... Hal böyle iken, birilerinin zirveye “alın terleriyle gelme” şansı hiç mi yok yani... Başakşehir devre arasında Robinho ve Demba Ba ile işi bitirmiş, üç büyükler hala “La Fontaine’den masallar” anlatıyorsa, bunun altında buzağı aramanın bir anlamı var mı? 3 büyüklere nasır olmuş yorumcular, 3 büyükler ortada olmayınca ne yapacağını şaşırdı anlayacağınız... Satacakları bir malzeme, pompalayacakları bir umut kalmayınca, hak edene kara çalmak onlar için en kolayı sanırım... Yazık... Türk futbolu, “futbolcu eskisi” bu yorumculardan ve onların içinde hep bir hesap barındıran yorumlarından da bir kurtulsa, kurban kesecek çok insan olacak inanın...