AKP'ye kapatma davası açılmasının hemen ardından, Türk adaletine müstemlekelerde bile olmayan başkılar yapılıyor. Cevap vermesi gereken ağızlar ise el oğuşturup ''oh oh'' çekiyor. Nasıl cevap versinler ki onlar değil mi her gittikleri ülkede Türkiye'yi şikayet eden.

Bizi yönetenler, daha doğrusu yönettiklerini zannedenler, tavizlerine taviz kattıkça, AB denen densizler topluluğu her gün yeni bir istekle karşımıza çıkıyor.

Sadece bu mu? Kim olduğu, ne olduğu belli olmayan biri çıkıyor, binlerce yıllık bir kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında bile ağzına geleni söylüyor. Bu da yetmiyor sanki kendine bağlı bir yapıymış gibi AKP davasını bahane edip Türk adaletine "emirler yağdırıp, ardından olması gerekenleri" dikte etme küstahlığı gösteriyor. Koca Osmanlı'nın torunlarına bak. Bir zamanlar vergi aldığımız adamların elinde oyuncak olduk.

ATATÜRK'Ü DİNLERKEN...

BUGÜNKÜ rezilliği Osmanlı'dan biri görmüş olsa idi yüzümüze tükürürdü.

Bu kadar tavize rağmen halen oyalamaya çalışıyorlarsa artık ''Yeter'' deyin.

Özümüze dönelim artık. Her şartta ve her fırsatta bizi almayacaklarını, daha da önemlisi benim aziz Türk halkım da bu döneklerin pazarına girmek istemediği halde neden hâlâ kapılarında bekliyoruz?

Bakın o kafaları Gazi Mustafa Kemal, 6 Mart 1922, Büyük Millet Meclisi konuşmasında nasıl uyarıyor:

"Efendiler,

Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık, Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için, mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine göre uygun yapmak, yürümek, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatiyle, ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir."

TARİH YALAN SÖYLEMEZ...

AVRUPA Birliğine üye olma, yani "Avrupalı olma" konusu ülkemizin ve halkımızın geleceğini ve ufkunu tamamıyla kuşatmıştır.

Tarihî-kronolojik bir indeks değil de, yaşanmış ve ders alınması gereken olaylar süreci olarak değerlendirip, şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, bakın karşımıza neler neler çıkıyor:

Avrupalılar'ın baskıları ile "Avrupalı olma gafleti"nin, 1912-1913 yıllarında Balkanlar'ın kaybedilmesi ve 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasıyla sonuçlandığını biliyoruz.

Savaşın sona ermesiyle; 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması'yla, Türkiye'ye bazı hususların da kabul ettirildiğini görüyoruz. ''Lozan'da yırtıp, tarihinin çöp sepetine attığımız Sevr şartları, AB kriterleri olarak tekrar önümüze mi getiriliyor'' diye sormaya da gerek yok.

Şimdi bir daha sormak istiyorum: "AB üyesi olmaktaki ısrar ve her ne pahasına olursa olsun teslimiyetçiliği", Türkiye'yi tekrar Sevr'e, yani hastalığa götürmez mi ?

AB uğruna her şeye ''Evet'' demeye değecek mi?

Türk halkı için, nedir bu Avrupa Birliği? Cennetin yolu mu, yoksa daha ziyade cehennemin reklam kapısı mı?

NE YAPARSANIZ YAPIN BOŞUNA

UZUN lafın kısası, İngiltere Kraliçesi Victoria'ya Reşit Paşa'nin dediği gibi; ''Siz (Avrupalılar) dışarıdan, biz (içimizdeki hainler) içeriden nihayet Osmanlı İmparatorluğu'nu bitirdik."

Bugün de Türk halkı, o günlerdeki gibi ateşle-açlıkla-AB havucu ile imtihan ve terbiye edilmektedir.

Acaba Kıbrıs'ı ve Ege'yi Yunanlılar'a versek, İstanbul'un adını Konstantinopolis yapıp Fener Rum Patriğine ''ekümenik'' hakkı tanısak, Ermeni soykırımını kabul etsek, her şehirde bir kilise kursak, Leyla Zana'yı Kadından Sorumlu Devlet Bakanı, Abdullah Öcalan'ı milletvekili yapsak, Kürtçe'yi resmi dil ilan etsek, -zaten bunun ilk temelleri atıldı- şehit kanlarıyla sulanmış bayrağımızdan hilali söküp, 12 yıldız ilave etsek, ülkeyi eyaletlere bölsek, orduyu terhis etsek, Avrupalılığımız kabul mu edilecek, Avrupa Birliğine üye mi olacağız? Tabii ki hayır.

Unutmayalım vücutta fazla yabancı maddeler her zaman iltihap yapar.