DOSTLUK ve bağlılıkta sebat, 

ahde riayet ve verilen sözde durmak.  

Vefa, İslami şiarlardan biri ve belki de en ehemmiyetlisidir. 

Çünkü her insan, imtihan edilmek üzere geldiği bu dünyada, ruhlar aleminde vermiş olduğu söze sadakatini ispat ettiği taktirde, hayatını mü'min olarak yaşar.

Vefa, insana yakışan ve insana has bir haslettir. Bir mü'minin şahsiyet inşasında, gönül dünyasının olmazsa olmaz temel direklerinden biridir.

Hiç şüphesiz, öncelikle kendisini yoktan var ederek, ona iman nimetini lutuf ve ihsan eden Allah'a karşı vefa sahibi olmalıdır.

İkinci olarak, yüzü suyu hürmetine gönüllerin Hak katında makbul olduğu, sevgisiyle yoğrulan her gönlü hidayet ufkunda parlak birer kandil yapan Allah Rasulü'ne gelir.

Daha sonra da kademe kademe din büyüklerine, 

ana babaya, hısım, akrabaya ve bilhassa din kardeşlerimize vefayı gönlümüze yerleştirmelidir. Ayrıca insan için yaratılan bütün mahlukata karşı da vefa hisleriyle davranmak lazımdır. 

Zira Halık'ın nazarıyla mahlukata bakış tarzı kazanmak da yine Halık'a vefadır. 

Şu hiç unutulmamalıdır ki gönlünü vefa sadakatine teslim eden bir mü'minin varacağı son menzil, Allah'ın vuslat deryasıdır.

Şeyh Sadi Şirazi, vefanın nasıl olması gerektiği ile ilgili olarak şöyle bir kıssa nakleder;

''Sultan Mahmud Gaznevi'nin çok sevdiği Ayaz isimli hizmetkarı için kendini bilmez gafil birisi şöyle dedikodu etti;

''Acayip şey! Ayaz'ın gönül cezbedici hiçbir güzelliği yok. 

Sultan Mahmud bu çirkinin nesini seviyor ki... 

Bir gülün rengi, kokusu olmazsa, onun sevdasıyla yanıp çırpınan bülbüle şaşılır.''

Bu söz Sultan Mahmud'un kulağına gittiğinde, 

manevi alemden haberdar olmayan o gafilin derin gafletine çok üzüldü. 

Onu yanına çağırarak kendisine şöyle dedi:

''Bak efendi!.. 

Ben Ayaz'ın boyunu bosunu değil; 

onun tertemiz ve berrak olan iç dünyasını seviyor ve orada bir cennet seyrediyorum. 

O öyle bir gönüldür ki kimseye kin ve husumet taşımaz, kalp kırmaz, 

sadakatine de hayran olmamak mümkün değildir.''

Nitekim bir gün, Sultan Mahmud, maiyyetiyle beraber geçmekte oldukları bir geçitte, üzerinde mücevherat dolu sandık bulunan bir deve ayağının sürçmesi neticesinde kaydı ve düştü. 

Bunun üzerine mücevherat dolu sandık da etrafa saçıldı. 

Sultan Mahmud bu hali görünce etrafındakilerin sadakatini denemek maksadıyla;

''Herkes arzu ettiği kadar sandıktan alsın. 

Helal'ü hoş olsun'', dedi ve atını sürüp gitti. Sultan Mahmud'un bu sözü üzerine maiyyetindeki atlılar sandıktan bir şeyler alabilmek için Padişah'ın yanından ayrılarak birbirlerini çiğnercesine yere düşen mücevherleri kapışmaya başladılar. 

Padişah'ın arkası sıra giden atlılardan yalnız Ayaz isimli yardımcısı, Sultan'ı gölgesi gibi takip ediyordu. Sultan Mahmud arkasına bakıp da Ayaz'ı görünce;

''Ey benim iç dünyasında cennet seyrettiğim kıymetli yaverim. 

Sen bu saçılan mücevherlerden ne getirdin söyle bakalım'', dedi.

Ayaz'ın cevabı ise, tam bir vefa örneğiydi;

''Padişahım, o dökülenlerden hiçbir şey beni sizin hizmetinizle şereflenmekten alıkoymadı. 

Sizin gönlünüze girmek ve muhabbetinize nail olmak, benim için o mücevherlerin kıymeti ile kabil-i kıyas bile olamaz. 

Her daim sizin nimetlerinizle perverde olmuş olan bu hizmetkarınız, bir an için olsun sizin yanınızdan nasıl ayrılabilir''

Şeyh Sadi Şirazi hikayeyi anlattıktan sonra der ki:

''Bak ey kişi! Cenab-ı Hakk'ın dergahında yakınlık istersen, dünyalık peşinde koşup da Hak'tan gafil olma! Rabb'ine karşı vefa sahibi ol!''

***

Evet, ahde vefa...

Bugün belirli görevlere gelmiş koltuğuna oturmuş bazı dost bildiklerimizin ziyaretine gittiğimizde 'yok' dedirtiliyor.

Veya, toplantıda... ya da şehir dışında...

Bir derdini anlatacak muhatap yok.

Anlatsanda çözüm yok.

Emekli olmuş, hala sözleşmeli görev başında olanlara ise hiç yaklaşamazsın. 

Devleti devlet yapan millettir.

Gönül isterdi ki, bu fedakar halk kucaklanmalı,

asrı saadette olduğu gibi kapılar halka açık tutulmalıydı...