18 Mart 1915 günü, İngiliz donanması en büyük savaş gemileriyle Çanakkale boğazını geçmek için zorluyor, yoğun topçu ateşi ile boğazın iki tarafındaki Osmanlı tabyalarını hallaç pamuğu gibi atıyordu. 

O gün Boğaz tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok hasara uğrayan Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu. 

Sabahtan beri muharebenin en şiddetli anlarında dahi iki sahil arasında gidip gelmekten çekinmemiş olan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, 

tabyanın feci durumunu haber aldığı zaman yine motora atlayıp Çimenlik İskelesinden karşı sahile hareket etti. 

Cephaneliği berhava olan tabyanın durumu hazindi. 

İstihkam yıkıntıları arasında dolaşmakta olduğu sırada bir ağacın altına uzanmış olan bir askerin hali dikkatini çekti ve yanına gidip

Ne var evlat? diye sordu.

Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı. 

Çünkü sesi tanımıştı. 

Ama gözleri başka tarafa bakıyordu.

Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?

O zaman nefer tok sesiyle

Üzülmeyin efendim, benim gözlerim göreceğini gördü, diye cevap verdi.

Evet, düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve ''Ocean'' destroyeri hareket edemez hale getirilmişti. Fakat düşman mermilerinden birinin isabetiyle bu kahraman asker gözlerini kaybetmişti.

Cevat Paşa sessiz sessiz ağlıyordu.

Benim milletimin ocağı yanıyor

***

Bir Ramazan gecesi herkes uykuda iken Yıldız Sarayı yanmaya başladı. 

O tarihlerde İstanbul'u işgal etmiş bulunan İngiliz donanması itfaiyesi sevk edilerek yangın söndürülmeye çalışlıyordu. 

Devlet ileri gelenlerinden ve belediye zabıta ve itfaiyesinden hiç kimse gelememişti. 

Çünkü saray tamamen İngiliz ablukası altındaydı. Sadece Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa buraya ulaşmayı başardı. 

Padişahın Cihannüma köşkünde olduğunu öğrendi ve hemen oraya koştu. 

Zat-ı Şahane, sırtında gecelik entarisi ve üzerinde pardesüsü olduğu halde köşkün önünde ayakta duruyordu. 

Telaşlı değildi. 

Köşkün bekçibaşısı hüngür hüngür ağlıyordu.

Hünkar;

Benim milletimin ocağı yanıyor, ben onu düşünüyorum...kendi evim yanmış, ne ehemmiyeti var, dedi.

***

Benim peygamberim beni kurtarır:

Oruç Reis esir edilmişti. Bir süre zindanda kaldıktan sonra çıkartılarak bir gemide küreğe çakıldı. 

Papazlar ve Şövalyeler, İtalyanca, Rumca ve İspanyolca bilen ve sözü sohbeti yerinde plan Oruç Reis ile konuşmaktan zevk alırlardı. 

Şövalyeler ona karşı hürmet duyuyorlardı. 

Sohbet sırasında ona; 

Ey Osmanlı! Sen güzel sözlü bir kişisin. 

Bizim lisanımızı da fevkalade konuşuyorsun. Müslümanlıkta ne buldun? 

Gel bizim dinimize geç! 

Adı sanı belli bir adam olursun. 

Büyük bir şövalye kaptan yaparız seni, dediler.

Oruç Reis;

Kufirlerin iyiliği bu mudur? 

Dinimden dönüp hükümdar olmaktansa müslüman esir kalmayı tercih ederim. 

Şu duvarlardaki resimleri elinizle dizersiniz ve onlara taparsınız. 

Şimdi onları ateşe atsalar veya çölde bir kuyuya bıraksalar, veyahut balta ile pare pare eyleseler, kendilerini kurtarıp halas etmeye kadir değildirler, dedi.

Şövalyeler;

Görelim senin Peygamberin neyler, işte halin  malum, dediler.

Benim Peygamberim iki cihan fahridir. 

Bütün evliya  ve enbiya ondan şefaat umar. 

Hepsine şefaati o eder. 

Şövalyeler gülerek;

Hele sen küreği çekmeğe devam et. 

Bu hava ile gönlünü hoş tut. 

Peygamberin seni kürek mahkumiyetinden kurtarsın, dediler.

Aradan zaman geçti. 

Bir gün kürek çektiği gemi şiddetli bir fırtınaya yakalandı. 

Dalgaların arasında ceviz kabuğu gibi sürükleniyordu. Bu hengamede Oruç Reis'in zincirleri de koptu ve kendisini denize bıraktı. 

Dalgalarla bir müddet boğuştuktan sonra sahile ulaştı. 

Daha sonra arkadaşları ile buluştu ve yeniden denizlere açıldı. 

Bir muharebe sırasında, kendisini esir etmiş olan Şövalyelerden birkaçı, şans eseri Oruç Reis'e esir düştüler. 

Onları görünce yanına getirtti ve şunları söyledi:

Ben sizlere demedim mi, benim Peygamberim gelir beni kurtarır diye! 

İşte geldi, kurtardı. 

Varın reisinize söyleyin, ben gene ona varayım, ne kadar demiri varsa vursun, Peygamberimiz bize, Allah'ın izniyle yine yardım eder.