Selahattin Pınar, 22 Ocak 1902 tarihinde Üsküdar, Altunizade de dünyaya geldi.
Babası Sadık Bey aslen Denizli ilinin Çal kasabasındandır.
Eski hukukçulardan olan Sadık Bey kadılık yapmış, Denizli milletvekili olmuş, İstanbul "Yüksek Ticaret ve İktisat Mektebi"nde "Medeni Hukuk müderrisliği" yapmıştı.
Annesi İsmet Hanım Ud çalar, babası da musikiyi severdi.
Türk Musikisi'ni daha çocukluğunda, aile çevresinde tanımıştı.
Selahattin Pınar, ilköğrenimini Çal'da tamamladı. Buradan sonra sırasıyla önce Saros adasına, sonra Edirne'ye tayin oldular.
Ortaokulu burada okuduktan sonra 1918 yılında İstanbul'a geldiler.
İtalyan Ticaret Okulu'nda okudu ise de yarıda bıraktı. Babası Sadık Bey, onun hukukçu olmasını istiyordu. Bir gün Denizli'den gelen eşraf için kurulmuş bir sofrada Sadık Bey'e oğlunu sordular, Selahattin Pınar da sofradaydı.
Sadık Bey, o yokmuş gibi "Selahattin çalgıcı oldu" dedi.
Selahattin Pınar ayağa fırladı ve "Babacığım, rica ederim, ben çalgıcı değil, sanatkarım" diye itiraz etti.
Sanat hayatı:
Musiki çalışmalarına on iki yaşında iken, Udi Sami Bey'den Ud dersleri alarak başladı.
1920 yılında kurulan, daha sonra "Üsküdar Musiki Cemiyeti" adını alacak olan "Darü'l-Feyz-i Musiki''nin kurucuları arasında bulundu.
1919 yılında Tanbur çalmayı öğrendi.
920 yılında bestekarlığa başladı.
İlk eseri sözleri adliyeci Senihi'nin olan Kürdilihicazkar makamında ve Aksak usulünde bestelediği "Mülkün ne yaman şule-i ikbâli karardı" güfteli şarkısıdır.
Eserlerinin çoğunu İskender Kutmani yayınlamıştır. Bestelerinde Hacı Arif Bey ekolünü benimsediği görülür.
Belki de bu yüzden Hacı Arif Bey'in mucidi olduğu Kürdilihicazkar makamını çok sevdiği söylenmektedir.
Çok temiz giyinen, zarif, efendi, güzel ve esprili konuşan Selahattin Pınar, 6 Şubat 1960 günü Todori'nin lokantasında, yanında söz yazarı Selim Aru olduğu halde, yemeğini yemek üzereyken bir kalp krizi sonucu öldü.
7 Şubat 1960 tarihinde kalabalık bir toplulukla Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Atatürk ile anıları:
Atatürk'ün İstanbul'da bulunduğu zamanlarda huzuruna çağırması ile ilgili bir anısını Pınar şöyle anlatıyor;
"Arkadaşlardan Nubar, Dolmabahçe'de Büyük Gazi'nin huzurunda çalıyor, Gazi de zevkle dinliyor ve Nubar'a soruyor;
Kendi eserleriniz de var mı?
Nubar da okumuş.
Gazi bunu da çok beğenmiş ve bir şarkısını daha istemiş.
Bunun üzerine Nubar; "Efendim, benim başka şarkım yok ama bir arkadaşımın yeni güzel bir şarkısı var. Müsaade buyurursanız onu okuyayım" diye benim,
''Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek
Hasta gönlüm yine hicranını yalnız çekecek
Bil ki ruhum seni çılgınca severken ölecek
Yine sensin beni bir lahza şifayab edecek''
diye okumuş.
Nubar hakikaten güzel okurdu. Gazi'nin de pek hoşuna gitmiş.
Kimin bu? Bu eserin sahibini öğrenmek isterim demiş.
O da;
''Arkadaşlardan tanburi Selahattin...'' deyince,
Gazi;
''Bu kabiliyetli çocuğu tanısam..." demiş.
Ertesi akşam zaten tanıştığımız Kılıç Ali Bey telefonla beni davet etti.
Otomobil gönderdiler, kalktım gittim.
Büyük Gazi'nin huzuruna ilk çıkışım, heyecan içindeyim.
Dolmabahçe Sarayı'nın muazzam salonunda nasıl adım atacağımı bilmiyorum.
Gazi karşıda oturuyordu.
''Sizi yalnız dinleyelim...''
Dün gece Nubar Bey güzel bir eserinizi okudu.
Bir de sizin ağzınızdan dinleyelim buyurdu.
Emredersiniz... diye okumağa hazırlandım ama,
bir hata edeceğim diye ödüm kopuyordu.
Tarif edilmez bir heyecan içindeydim.
Hele bakışlarım gözlerine ilişince büyülenmiş gibi oluyor, titriyordum.
Sazımı akort ettim ve tek başıma okudum.
Çok mütehassıs oldu.
''Bir daha okuyun.'' dedi.
Bu iltifatın verdiği sevinçle kabıma sığmayacak hale geldim.
O anda dünyalar benim oldu.
Tekrar okudum, yine takdir etti, yalnız sazımı beğenmemiş.
Bu madeni sazı değiştirin...
Bunda bizim ananevi tanburumuzun hassasiyeti yok, diye buyurdu.
O günden sonra madeni saza veda ettim.
İtiraf ederim ki, sanatımda beni en çok teşvik ve teşci eden büyük halaskar Atatürk'ün paha biçilmez iltifatlarıdır.
O vakit gençlik de vardı. O'nun küçük bir takdir ve teşviki insana yaratmak kudretleri, hayata ve sanata bambaşka gözle bakmak, emniyet ve cesaretle bağlanma aşkını verirdi.
Ve o kadar yüksek bir sezişi vardı ki, tarif edemem. Florya Deniz Köşkü yeni yapılmıştı.
Bir akşam oraya davet ettiler.
Hafız Yaşar da orada idi.
Bir fasıl yapın dedi. Hüzzam faslı yaptık.
O aralık yeni bestelediğim şu şarkı da vardı;
''Aşkınla sürünsem, yine aşkınla dirilsem
Bilmem ki ne yapsam da senin kalbine girsem
Bir gölge gibi ruhunun altında belirsem
Bilmem ki ne yapsam da senin kalbine girsem''
Bunu Atatürk bilmiyordu. O gece saz heyetiyle hep beraber çaldık, söyledik.
İlk defa dinledikleri bu şarkı dikkat nazarını çekmiş... Fakat zekaya bakın;
Durun... dedi ve bana hitapla;
''Bu şarkı sizin mi?'' diye sordu.
Evet efendim... dedim.
Ben anladım zaten... Sen bunu yalnız oku...
O kalabalık saz ve hanende içinde daha ilk duyuşta, benim olduğunu sezişi beni hayrette bıraktı.
Bu görülmemiş müthiş bir seziş hassasıdır.
Sonra son derece hassastı.
Mesela, bir gece yine "Gel gitme kadın" şarkısını okurken, "Karşında esirim bana düşman gibi bakma" yerine gelince, ağlayarak masayı terk edip uzaklaştığını görmüştüm."