Tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür. 

Vahdet-i vücut, Panteizm'deki gibi tek hakikatin parçalandığını ve sadece içkinliğini savunmaz. Materyalist panteizm veya monizm gibi ilk ilke ile evrendeki her şey arasında maddî bir bütünlüğü tasavvur etmez ve savunmaz.

Sufilere göre kendiliğinden var olan ''kaimun bizatihi'' varlık ''vücud'' birdir; 

o da Hakk Te'ala'nın varlığıdır. 

Bu varlık ezelidir; çoğalma, bölünme, değişme, yenilenme kabul etmez. 

Ancak Hak, zatı itibariyle değil; 

sıfat ve fiilleri itibariyle bütün suret ve şahıslarda mutlak olmaktan çıkmaksızın ve asla değişikliğe uğramaksızın tezahür ve tecelli etmektedir. 

İçinde farklılıklar ve değişme barındıran tüm evren ve içindeki canlı ve cansız her unsur, ancak O'nun varlığı ile ayakta durmaktadır.

Yaratılışın amacı; 

Künt'ü, Kenz yani Gizli bir Hazine idim bilinmeyi istedim ifadesi bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır.

Nefsini terbiye eden insan oğlu Şeriat, Tarikat, 

Marifet ve Hakikat kapılarından geçer ve en sonunda Hak ile Hak olur.

''Hulul'' Hallac-ı Mansur ve Seyyid Nesimi'nin kendilerini ölüme götüren "En-el Hak" sözü, 

bu inancın yansımasıdır.

"Vahdet-i vücud" tabiri bu öğretinin en büyük sözcüsü olan Muhyiddin İbn. Arabi'nin eserlerinde 

bu kelimeler ile ifade edilmez. 

İfadeyi ilk kullanan, İbn.Arabi'nin öğrencisi Sadreddin Konevi'dir.

Allah dostları dönemlerinde dinden çıkmakla sapkınlıkla ve şirkle suçlanmıştır. 

Hallac-ı Mansur, ölüm anında şu sözleri söylemiş ve Allah'tan katillerini bağışlamasını dilemiştir; 

''Ya Rabbi canımı alan bu kullarını bağışla; 

çünkü onlar senin bana gösterdiğin sırlarından haberdar değiller, senin bana gösterdiklerini onlar göremezler bilemezler.''

Bu inancın en büyük temsilcileri; 

Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Niyazi-i Mısri gibi düşünürlerdir.

Felsefi anlamda "varlık" üzerine yapılan tartışmalar, İslamiyet'in doğuşundan çok sonra, özellikle Yunan felsefesiyle gerçekleşen temaslar sonucunda ortaya çıkmıştır. 

İslam coğrafyasında özgün bir epistemoloji ve terminoloji geliştiren kelamcılar, filozoflar ve sufiler, varlık konusunda kimi zaman birbirine yaklaşan, kimi zaman da sert tartışmalara varacak kadar ayrımlaşan görüşler öne sürmüşlerdir. Tanrı'nın varlığı "varlık" yönünden bakıldığında "tek" ise bu durumda onun varlığı dışındaki diğer tüm varlıkların varlığı hangi anlamda bir "varlık"tır sorusu kafaları meşgul etmiş, bazı filozoflar Tanrı'nın varlığını "Mutlak varlık", diğer tüm yaratılmışları ise, var olup olmama açısından mutlaklık taşımadığı için "Mümkün varlık" şeklinde tanımlayan bir ayrım yapmışlar ve aralarında bazı farklılıklar olsa da kelamcılar ve filozoflar bu ayrımı zihin dışında, ontolojik bir ayırım olarak algılamışlardır.

Vahdet-i vücud taraftarı sufiler ise, bu ayırımın zihni bir ayırım olduğu, esasında varlığa bu şekilde bir ayrım getirilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. 

Her ne kadar varlık birliği düşüncesinde Tanrı ve kullar arasında Tanrı'nın "Tanrılığı" kulun "yaratılmışlığı" korunuyor olsa da bir kısım istisnaları bir kenara bırakacak olursak özellikle fıkıh, hadis, tefsir gibi dini ilimler alanındaki bilginler bu anlayışın yaratıcı ile kul arasındaki farkı ortadan kaldıracak ve tüm dini emir ve yasaklara kayıtsızlığa sevk edecek bir sapkınlığa yol açacağı endişesine kapılmışlardır.

Varlık tek ve mutlağın varlığından ibarettir ancak tıpkı güneşin çeşitli aynalardaki yansıması gibi çokluk olarak görülür. 

Varlığın tezahürü de bir gerçekliğe sahiptir dolayısıyla evrenin de bir gerçekliği vardır. 

Çokluk ile birlik arasında mahiyet farkı vardır. 

Işığın tekliği renklerin çokluğu benzetmesinde olduğu gibi her ikisi de gerçektir ancak gerçekten bilenler çeşitli renklerin varlığını ışıktan aldığını da bilmekle birlikte renklerin varlığını da onaylarlar. 

Her şey varlığın içinde yer aldığından evreni inkar varlığı da inkar anlamına geleceğinden evreni inkar etmek mümkün değildir.

Kaynak; wikiwand.