Pakistan'ın manevi mimarı Muhammed İkbal, 

bir gün Medine'den dönen hacıları ziyaret eder. Sohbette kendilerine;

''Medine-i Münevvere'yi ziyaret ettiniz!.. 

Uhrevi Medine çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz. 

Getirdiğiniz maddi hediyeler, 

takkeler, 

tesbihler, seccadeler bir müddet sonra eskiyecek, 

solacak ve bitecek. 

Solmayan, gönüllere hayat veren Medine-i Münevvere'nin ruhani hediyelerini getirdiniz mi..

Hediyeleriniz içinde Hazret-i Ebu Bekr'in sıdkı ve teslimiyeti; 

Hazret-i Ömer'in adaleti; 

Hazret-i Osman'ın imanı, hayası ve cömertliği; Hazret-i Ali'nin heyecan ve cihadı var mı... 

Bugün binbir ıztırap içinde kıvranan İslam Dünyası'na gönlünüzden bir Asr-ı Saadet heyecanı verebilecek miyiz'', diyerek sorduğu gibi, 

bizler de soralım kendimize… 

Bizler, bu Ramazan-ı Şerif'te gönül bahçemizi nasıl tezyin eyledik... 

Mahir bir bahçıvan edasıyla onu ayrık ve yabani otlardan tek tek temizleyip, en müstesna yerine çiçeklerin şahı Gül'ü yerleştirebildik mi.. 

Hayatımızı, o Gül'deki zarafetle yaşamaya azmettik mi.. 

Diğer taraftan mecazen, gülün kendisine eziyet veren dikenlerine karşı sergilediği üstün sabrı, 

bizler de hayatımızda gösterebilecek miyiz...

Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor;

''Rasulüm! De ki; 

Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun ki, 

Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. 

Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'' (Al-i İmran; 31)

Alemler Sultanı Efendimiz;

''Dünya gafletine düçar olmamak için ''Esas hayatın ahiret hayatı olduğunu'' telkin ederek daima ahireti terviç etti. 

Ümmetinin de bu minval üzere olmasını istedi.''

Zühd ve riyazat halinde yaşadı. 

Gösterişe, süse ehemmiyet vermedi. 

O Rabbine kalb-i selim götürebilmenin derdinde oldu.

Her zaman ihlas ve takva üzere yaşadı.

İhsan ve murakabe hassasiyetini hiç kaybetmedi.

İlahi kudret ve azamet tecellileri karşısında; 

haşyet, acziyet, hiçlik hissiyatı içinde oldu.

Beşeri münasebetlerde nezaket, zarafet, 

edep ve haya, O'nun hayatıyla zirveleşti.

Gönlünde bütün mahlukata karşı engin bir şefkat ve merhamet vardı.

İbadetlerdeki huşu ve vecd hali ise, bambaşka idi.

Nitekim Hazret-i Aişe Validemiz şöyle buyuruyor;

''Rasulullah namaza durduğu zaman, yüreğinden kazan kaynamasına benzer bir ses duyulurdu. 

Ezan okunduğu zaman, Allah'ın huzuruna çıkacağı için etrafındakileri adeta tanımaz hale gelirdi.'' 

(Ebu Davud)

Efendimiz ne güzel buyurmuştur;

''Namazında ölümü hatırla. 

Çünkü bir kişi ölümü hatırlayarak namaz kılarsa, 

o namaz kamil ve güzel olur. 

Namazını, son namazını kıldığını düşünen kimse gibi kıl. 

Sonunda özür dilemeni gerektirecek her şeyden de uzak dur.'' 

(Deylemi, Müsned)

Bir gönül, Allah ile beraberlik zirvesine ne nisbette yakınsa, ibadetleri de o nisbette seviye kazanır.

Hazret-i Mevlana ne güzel buyurur;

''Ey insan, dünyadan birbirine zıt iki ses gelir. 

Acaba senin kalbin hangisini almaya istidatlı.

O seslerden biri Allah'a yaklaşanların ''takva sahiplerinin'' hali, diğeri ise, aldananların 

''fısk'u fücura dalanların'' halidir. 

Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile! 

Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı adeta kör ve sağır olur.''

Hayatta her şeye nefsaniyet penceresinden bakmaya karar verip kendini o yönde şartlandıran biri, daima kabukta takılı kalır, hiçbir şeyin özüne ve hakikatine nüfuz edemez.

Mevlana Hazretleri, aynı merkezden aldığı tesirlerin neticesi bakımından gönüllerde farklı tecelliler arz etmesini şu misaliyle ne güzel anlatır;

''Hak yakınlığı çeşit çeşittir. 

Güneş dağa da, taşa da, altına da ışığını düşürür, vurur. 

Fakat güneşin altına öyle bir yakınlığı vardır ki, 

o yakınlıktan, söğüt ağacının haberi bile yoktur.

Güneş, kuru dala da, yaş dala da yakındır. 

Güneş ikisinden de utanır, gizlenir mi...

Fakat zamanı gelince olgun, lezzetli, güzel kokulu meyvelerini yiyeceğin yaş, taze dalın güneşe yakınlığı nerede.. 

Kuru dalınki nerede...

Kuru dal, güneşe yakınlığı yüzünden daha çok kurumaktan başka ne elde edebilir''..

Kaynak; Altınoluk...